Ermeni Soykırımı’nın 100. yıldönümü yaklaşırken, Türkiye’nin meseleye yaklaşımında herhangi bir değişim görünmüyor. ‘Tarihi tarihçilere bırakalım’ ve ‘ortak acı’ söylemleriyle özetlenebilecek bu yaklaşım, 1915’te yaşananları tanıma anlamında bir hayli sorunlu görünüyor. Yaşananların esas faili olarak görülen İttihat ve Terakki Cemiyeti üzerine kapsamlı çalışmalarıyla bilinen tarihçilerden Princeton Üniversitesi’nden Prof. Şükrü Hanioğlu’yla hem Cemiyet’in Ermenilerle ilişkisini hem de Türkiye’nin meseleye yaklaşımını konuştuk.
1915’te Ermenilere yönelik katliamların İttihat-Terakki’nin Türk milliyetçiliğine sarılmasının ardından uygulandığı yaygın bir kanı. Önce bununla başlayalım isterseniz. İttihat-Terakki hangi dönemde Türk milliyetçiliğine sarıldı?
İttihat ve Terakki’nin milliyetçilik değil de proto milliyetçilik olarak nitelendirilebilecek Türkçülüğe yönelmesi 1905 sonrasında hız kazanmıştır. O dönemde Cemiyet tarafından yayınlanan dergiler ve diğer neşriyat bunu açık biçimde ortaya koymakta. Bunun güçlenmesi ve kültürel boyuttan siyasal olana dönüşmesi ise II. Meşrutiyet Dönemi’nde ve bilhassa Balkan Savaşları sonrasında oldu. Ama İttihat ve Terakki’nin 1913 yılında aniden Osmanlıcılıktan Türk milliyetçiliğine yöneldiği tarihçiliğimizin sürekli biçimde tekrarlayarak içselleştirdiği yanlış bir değerlendirme. Tabiî burada şunu da belirtmek gereklidir, İttihat ve Terakki, Türkçü eğilimlerinin en güçlü olduğu dönemde dahi bunu Osmanlıcılık ile bağdaştırmaya çalışmıştır. Unutulmamalıdır ki, İttihatçı liderler çok uluslu bir imparatorluk yönetiyorlardı. Bu nedenle de onların Türkçülüğü, Erken Cumhuriyet dönemindeki milliyetçilikten farklı olarak sınırlamalara sahipti.
Nasıl sınırlamalardan bahsediyorsunuz?
Çok uluslu bir imparatorlukta milliyetçiliğin doğal sınırları var. Örneğin “millet-i hakime” benzeri bir yaklaşım geliştirebilirsiniz ama bunun ötesine geçerek diğer unsurların varlığını inkâr etmeniz mümkün değil. Nitekim İttihat ve Terakki liderleri de resmî ideoloji olan “Osmanlılık”ı böyle yorumlama gayreti içine girmişlerdir. Halbuki ulus-devlet milliyetçilikleri, kendi örneğimizde olduğu gibi “farklılık”ı tamamen ortadan kaldırmayı amaçlayan siyasetler, inkârcı yorumlar geliştirebiliyor. Erken Cumhuriyet milliyetçiliğinin radikalliği üzerinde durulurken bunun da gözönüne alınması gereklidir. O tür bir milliyetçiliğin çok uluslu bir yapıda uygulanması mümkün değildi. Dolayısıyla Türkçülüğün radikalleşmesi düşünsel bir değişimden ziyade şartların değişmesinden, bu sınırlamaların ortadan kalkmasından kaynaklanıyordu.
İttihat-Terakki, 1915’e giden yolda nasıl bir Osmanlı öngörüyordu?
İttihat ve Terakki’nin imparatorluk tasavvurları dış gelişmeler nedeniyle büyük değişimlere uğramıştı. Bilhassa Rumeli’nin kaybedilmesi İttihatçıların çok korktuğu, 1908 öncesinde “Maazallah İran oluruz” ifadesiyle dile getirdikleri bir gelişmeye, imparatorluğun bir “Asya Devleti” haline gelmesine neden olacaktı. Bu yeni yapının nasıl örgütleneceği yolunda İttihat ve Terakki’nin uzun tartışmalar ve planlar yapması da mümkün olamamıştı. I. Dünya Savaşı öncesinde, İttihat ve Terakki toplumun yeniden örgütlenmesi için zaman kazanma ve büyük devletler müdahalesine neden olabilecek sorunları ortadan kaldırmaya çalışıyordu. Bu amaçla 1913 (onaylanmayan) ve 1914 Anglo-Turkish Convention’ları hazırlanarak İngiltere ile başta Arabistan yarımadasındaki tartışmalı bölgeler olmak üzere mevcut sorunlar çözüldü. Rus baskısı ile 1914 yılı Şubat ayında Doğu Anadolu ve Karadeniz’de uygulanacak (pratikte Ermeni reform projesi anlamına gelen) ıslahât tasarısı kabul edildi. 1913 yılında Paris’te bir kongre toplayan Arap muhaliflerle uzlaşma yolunda önemli adımlar atıldı. Bunlar yapılırken de herkesin beklediği III. Balkan Savaşı’na hazırlanılmaya çalışılıyordu. Bunun yanı sıra İttihat ve Terakki bir büyük Avrupa devleti ile ittifak sağlamayı hedefliyordu. Temmuz krizi, bu ittifakı (2 Ağustos 1914 Osmanlı-Alman Anlaşması) mümkün kıldı; ama diğer alanlardaki planları altüst etti. Harb-i Umumî’ye giriş sonrasında ise plandan ziyade şartların getirdiği uygulamalar, hızla alınan kararların yürürlüğe konulması gerçekleştirildi.
İttihat-Terakki’nin monoblok bir yönetime sahip olmadığı ve 1915’e giden yolda zamanla daha radikal milliyetçilerin fırkaya hâkim olduğu söylenir. Siz bu görüşe katılır mısınız?
Sizin de belirttiğiniz gibi İttihat ve Terakki monolitik bir yapı olmayıp, çok geniş olmasının beraberinde getirdiği farklı görüşte bireyleri barındırma özelliğine sahip bir örgüttü. Ama bu İttihat ve Terakki içinde belirli bir örgütsel disiplinin olmadığı, her kafadan ayrı ses çıktığı ve ciddi doktriner tartışmaların sürdüğü anlamına gelmez. Çekirdek idareci kadro açısından bir değerlendirme yaparsak, temel farklılığın, düşünce ve milliyetçilik alanında farklı görüşlere sahip olma yerine daha pragmatik ya da köktenci siyasetleri benimseme olduğunu söyleyebiliriz. Örneğin 1913 Arap Kongresi sonrasında Talât Paşa’nın başını çektiği pragmatik siyaset yanlıları uzlaşmanın anlamlı olduğunu düşünürken, Cemal Paşa benzeri liderler (Cemal Paşa hatırâtında bunu reddeder) sertlik yanlısı tavır almışlardı. Bu pozisyonlar değişebiliyor, diğer bir konuda Talât Paşa sertlik yanlısı olabiliyordu. Bu liderler arasında milliyetçiliğe bakış açısından büyük farklılıklar olduğu, ciddi doktrin tartışmalarının yapıldığını söyleyebilmek mümkün değildir. Son tahlilde, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nde, Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nde gerçekleşenlere benzer doktriner tartışma ve bölünmeler olmuyor, daha doğrusu bunlar uygulamaya yönelik tavırlar üzerinden gerçekleşiyordu. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin örgüt kültürü ve teşkilât disiplini ise mensuplarının katılmadıkları kararlara uymalarını sağlıyordu.
Sizce İttihat ve Terakki’nin Anadolu’yu Ermenisizleştirme projesi var mıydı? Bu, savaş ortamında ortaya çıkan bir güvenlik endişesinin sonucu mu, yoksa öncesinde tasarlanmış, nüfus savaşlarının sonucunda beliren ve savaş şartlarında daha kolay uygulanan bir plan mı?
İttihat ve Terakki liderleri genel olarak gayrımüslimlerin, özel olarak da belirli bölgelerde yoğunlaşan Hıristiyan unsurlar ile Siyonistlerin imparatorluğun bölünmesi açısından tehdit unsurları olduğunu düşünüyordu. Örneğin, Cemiyet, Vilâyât-ı Sitte’deki Ermenilere, Kudüs Sancağı’ndaki Siyonistlere, Ege ve Trakya’daki Rumlara bu gözle bakıyordu. Balkan Savaşları bu alanda duyulan kuşkuları derinleştirmişti. Buna karşılık “Tehcir” adı verilen uygulamanın I. Dünya Savaşı’nın beraberinde getirdiği olağanüstü koşullar altında düşünüldüğünü ve uygulandığını belirtmek gerekir. Unutulmamalıdır ki, 1914 yılında İttihat ve Terakki, Osmanlı Ermeni nüfûsunun büyük bölümünü içine alan bir bölgeye iki Avrupalı genel valinin atanması ve son derece kapsayıcı bir ıslahât programının uygulamaya konmasını kabul etmişti.
Fakat bu reform uygulamasının Rusya’nın baskısıyla olduğu ve Cemiyet’in ilk fırsatta bu reform uygulamasını rafa kaldıracağını beyan ettiği de biliniyor. Dolayısıyla bunu olumlu bir adım olarak görebilir miyiz?
Cemiyet’in bu uygulamayı istemeyerek kabul ettiği doğrudur. Zaten 1912 yılından itibaren Ermeni siyasal örgütlenmeleriyle ilişkileri kötüleşen İttihat ve Terakki, bu projeyi ve ona destek veren Ermeni siyasetini ülkeye ihanetle suçlamıştır. Ama bu uluslararası bir anlaşmanın yapılmış olduğu gerçeğini değiştirmiyor. II. Abdülhamid de Mürzteg programını büyük bir memnuniyetle uygulamaya koymamıştı. Neticede 1914 koşullarında, dünya savaşı benzeri tüm dengeleri altüst eden bir gelişme olmadıkça İttihat ve Terakki’nin ya da diğer bir Osmanlı partisi ve hükûmetinin tüm Düvel-i Muazzama’yı karşısına alarak bu uygulamayı rafa kaldırması mümkün değildi. Böyle bir anlaşma ortada dururken “Anadolu’yu Ermenisizleştirme” benzeri siyasetlerin uygulanabilmesi ise imkânsızdı. Burada önemli olan istemeyerek de olsa bir reform projesinin uygulanmasının çatışmadan kaçınmak adına kabul edilmiş olmasıdır.
Fikret Adanır soykırımın aşırı politikleşmiş bir terim olduğunu, fakat hukuken değil, etik olarak 1915’i soykırım olarak adlandıracağını söylüyor. Siz bu duruma nasıl bakıyorsunuz?
Sorun sadece bu kavramın Profesör Adanır’ın da haklı olarak belirttiği gibi aşırı derecede siyasallaşması değildir. Ben, bunun da ötesinde, “Vakt-i Seferde İcraat-ı Hükûmete Karşı Gelenler İçün Cihet-i Askeriyece İttihaz Olunacak Tedâbir Hakkında Kanun-i Muvakkat”ın neşrinin öncesi ve sonrasında ne olduğunun bir “ad koyma” ve “kavramsallaştırma”ya indirgenmesinin yanlış olduğunu düşünüyorum. Son derece önemli bir tarihî olaya yaklaşımın “Soykırım mı?” “Soykırım değil mi?” yargılarının verilmesine indirgenmesi farkında olmadan onu dar ve kısır bir tartışmaya dönüştürmektedir. Tarihselleştirme yapılırken bu tür kavramsallaştırmalar ortaya konulabilir; sorun kavramsallaştırma değil “indirgemecilik”tir. Bu aynı zamanda olayın tarihselleştirilmesini de önlemekte ve onun hukukî bir tartışmaya evrilmesine neden olmaktadır. Bu en azından tarihçiler açısından anlamlı değildir; tabii hukukçular bu merkezdeki bir tartışmayı yapabilirler.
Tarihçilerin hangi açıdan tartışması anlamlıdır sizce?
Tarihçiler geçmişte varolan bir gerçekliği yeniden inşa etmeye çalışırlar. Bu da değişik biçimlerde yapılabilir. Örneğin Fransız İhtilâli çok farklı biçimlerde yeniden inşa edilebilir. Dolayısıyla demokratik toplumlarda “tarih” değil “tarihler” vardır. Bu “yeniden inşa”nın bir “ad koyma” ve “kavramsallaştırma”ya indirgenmesi onu sadece sınırlamakla kalmaz, onu farklı bir faaliyete dönüştürür. Tarihçi “hakim“ olmadığı gibi yaptığı da yargılama değildir. Bu, tekrar belirtmem gerekirse, tarihçilerin “ad koyamayacakları” ve “kavramsallaştırma yapamayacakları” anlamına gelmez. Tarihçi doğal olarak gerçekleştirdiği “yeniden inşa” faaliyetinin sonunda bunları yapabilir. Ancak bunu yapmak için yola çıkmaz.
Devletin konuya temel yaklaşımı, süregiden bir söylem olarak ‘tarihin tarihçilere bırakılmasının’ istenmesi. Bu söylem hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bu anlamlı bir yaklaşım değil. Çünkü tarih, kimya benzeri pozitif bir bilim ve “gerçeklik arkeolojisi” değil, bir “yeniden inşa” faaliyetidir. Türkiye’de resmî yaklaşımlar tarihi “tekil, tartışılmaz gerçekliği ortaya çıkartma faaliyeti” olarak kavramsallaştırdığı için bunun mümkün olabileceği düşünülmektedir. Hâlbuki “tarih” değil “tarihler” vardır ve tarihçilerin aynı malzemeye bakarak tekil, tartışılmaz bir gerçeği ortaya çıkartmaları mümkün değildir. Ayrıca zamanın ruhu da tarihin nasıl inşa edildiğini belirlemektedir. Tarihî malzemeye 2015 yılında bakan bir tarihçi aynı malzemeyi 1930’larda kullanan tarihçiden farklı kavramsallaştırmalara ulaşabilmektedir. Ben “tarihçilere bırakma” yaklaşımının bu konuda yeni bir adım atılmasına yol açamayacağını, bunun gerçekte konu kendi alanına giren “siyaset” tarafından yapılabileceğini düşünüyorum ki, değişik forumlarda bunu ifade etmeye çalıştım.
‘Balkanlar’da olanlar, Ermenilerin başına gelenleri olağanlaştırmaz’
Özellikle Başbakan Davutoğlu tarafından benimsenen ‘ortak acı’ diskurunu nasıl yorumlarsınız? 1915, ‘o dönem bu coğrafyada herkes acı çekti’ denerek anlatılabilecek bir yıl mı?
Tabiî her toplumun acıları var. Coğrafyamız yaklaşık iki yüz yıllık bir zaman diliminde çok uluslu bir imparatorluğun ulus-devletlere ayrışması sürecini, bu gelişmenin beraberinde getirdiği büyük acılar ve trajedilerle beraber yaşamıştır. Bu süreçte acı yaşamayan bir toplum katmanının olması mümkün değil. Doğal olarak bunları dile getirmek anlamlıdır. Bunun yanı sıra “ortak acı” kavramını toplumun bir bölümünün yaşadığı trajedileri diğerlerinin de hissetmesi ve paylaşması olarak yorumlamamız mümkün. Unutmayalım ki, Ermeniler ve diğerleri bir “biz”in parçaları idiler. Bunun yanı sıra tehcir kervanına dâhil edilen ve önemli bir bölümü hayatını kaybeden Ermeniler, diğerlerinin vatandaşı, arkadaşı, komşusu, iş ortağı, işvereni, işçisi durumundaydılar, dolayısıyla onların acısını diğerlerinin de hissetmesi ve bunun “ortak bir acı”ya dönüşmesi normal. Ancak bunları ifade ederken “acıları yarıştırma” ile farklı acılar üzerinden 1915 Tehciri’ni “olağanlaştırma” ve ona “meşruiyet kazandırma”nın yanlış olduğunu vurgulamak gerekir. Örneğin, 93 Harbi ve Balkan Savaşları sonrasında Rumeli Müslümanlarının çektikleri acılar, uğradıkları katliamlar, Birinci Dünya Savaşı sırasında Ermenilerin başına gelenleri olağanlaştırmaz ve onlara meşruiyet kazandırmaz. Buna ek olarak, 1915 Tehciri, kapsam ve neticeleri açısından çok büyük bir olay, 20. yüzyılın en önemli trajedilerinden birisidir, bunu da gözden uzak tutmamak gereklidir.